• Shuffle
    Toggle On
    Toggle Off
  • Alphabetize
    Toggle On
    Toggle Off
  • Front First
    Toggle On
    Toggle Off
  • Both Sides
    Toggle On
    Toggle Off
  • Read
    Toggle On
    Toggle Off
Reading...
Front

Card Range To Study

through

image

Play button

image

Play button

image

Progress

1/32

Click to flip

Use LEFT and RIGHT arrow keys to navigate between flashcards;

Use UP and DOWN arrow keys to flip the card;

H to show hint;

A reads text to speech;

32 Cards in this Set

  • Front
  • Back

Habitual

"Habitual" Türkçede "alışkanlıkla yapılan" veya "sıkça tekrarlanan" anlamına gelir.



Adjective (Sıfat):


She has a habitual morning routine.


O, alışkanlıkla sabah rutini yapar.



Adverb (Zarf):


He habitually arrives late to meetings.


O, toplantılara alışkanlıkla geç gelir.



Noun (İsim):


Smoking can become a habitual behavior.


Sigara içmek alışkanlık haline gelebilir.



Verb (Fiil):


They habitualize themselves to early morning workouts.


Onlar, sabah sporlarına alışkanlık kazanıyorlar.

Tuned

Adjective (Sıfat):


The guitar was finely tuned for the concert.


Gitar konser için güzel bir şekilde ayarlandı.



Past Tense of "Tune" (Fiilin geçmiş zamanı - Ayarlamak):


She tuned the radio to her favorite station.


O, radyoyu favori istasyonuna ayarladı.



In Harmony (Uyum içinde):


The colors in the painting were tuned to create a sense of calm.


Tablodaki renkler, huzur hissi yaratmak için uyumlu bir şekilde kullanıldı.



To Focus or Pay Attention (Dikkat veya Odaklanma):


He tuned in to the professor's lecture.


O, profesörün dersine odaklandı.



Adjusting or Fine-Tuning (Ayar yapma veya İyileştirme):


They are tuned to make the car run more efficiently.


Arabayı daha verimli çalışması için ayarladılar.

Decrepit

"Decrepit," Türkçede "çöküntülü," "çürümüş," veya "çok yaşlı ve güçsüz" anlamına gelir.



Adjective (Sıfat):


The decrepit old house was in need of extensive repairs.


Çöküntülü eski ev, kapsamlı onarımlara ihtiyaç duyuyordu.



Adjective (Sıfat - Genelde yaşlı insanlar için kullanılır):


The decrepit man struggled to walk without assistance.


Yaşlı adam, yardımsız yürümekte zorlandı.



Adjective (Sıfat - Bir şeyin durumu için kullanılır):


The decrepit bridge couldn't support heavy vehicles.


Çöküntülü köprü, ağır araçları destekleyemedi.

Run down

Zamanla bozulan veya kötüleşen bir şeyi ifade etmek:


The old factory had become run down and abandoned.


Eski fabrika zamanla köhneleşmiş ve terk edilmişti.



Yorgunluk veya enerji kaybını ifade etmek:


After a long day at work, I feel run down.


Uzun bir iş gününden sonra, enerjim tükenmiş hissediyorum.

Spectrometer

"Spectrometer," bir çeşit ölçüm cihazıdır ve genellikle ışığın, elektromanyetik radyasyonun veya diğer tayfın bileşenlerini ayrıştırmak veya analiz etmek için kullanılır. Bu cihaz, elektromanyetik tayfın farklı dalga boylarındaki bileşenleri ölçerek örneklerin kimyasal bileşimini veya fiziksel özelliklerini belirlemek için bilimsel araştırmalarda ve endüstriyel uygulamalarda kullanılır.



A spectrometer can be used to analyze the chemical composition of a substance by studying its unique spectral lines.


Bir spektrometre, benzersiz spektral çizgilerini inceleyerek bir maddenin kimyasal bileşimini analiz etmek için kullanılabilir.



Spectrometers are commonly used in astronomy to study the light emitted or absorbed by celestial objects.


Spektrometreler, gök cisimleri tarafından yayılan veya emilen ışığı incelemek için astronomide yaygın olarak kullanılır.

Gauge

Ölçmek veya tahmin etmek için kullanılan bir araç veya yöntem (ölçüm aleti):


The tire pressure gauge indicates that your tires are under-inflated.


Lastik basınç ölçer, lastiklerinizin düşük şişirildiğini gösteriyor.



Bir şeyin boyutunu, genişliğini, kalınlığını veya derinliğini ölçmek için kullanılan ölçüm birimi:


The gauge on the wall displays the temperature in the room.


Duvar üzerindeki termometre, odadaki sıcaklığı gösterir.



Bir durumu, durumu veya durumu değerlendirmek veya anlamak:


Can you gauge the mood of the audience from their reactions?İzleyicilerin tepkilerinden onların ruh halini değerlendirebilir misiniz?



Tahmin etmek veya ölçmek:


It's difficult to gauge how long this project will take.


Bu proje ne kadar süreceğini tahmin etmek zor.

Beam

A long, sturdy piece of wood, metal, or other material that is typically horizontal and used for support or as a structural element:


The construction workers placed steel beams to support the weight of the building.


İnşaat işçileri, binanın ağırlığını desteklemek için çelik kirişler yerleştirdiler.



A narrow and focused stream of particles or energy, such as light or radio waves:


The laser beam was used for precise cutting in the industrial process.


Lazer ışını, endüstriyel süreçte hassas kesim için kullanıldı.



To transmit information or signals in a specific direction, often through the air:


The satellite beam allows us to receive TV signals from space.


Uydu yayını, uzaydan televizyon sinyallerini alabilmemizi sağlar.



To have a radiant or joyful expression on one's face:


She beamed with happiness when she received the news.


Haberi aldığında mutluluktan gülümsedi.

Deem

"Deem," İngilizce'de genellikle bir şeyi düşünmek, kabul etmek veya görmek anlamına gelir. Bir şeyi bir şekilde değerlendirmek veya bir inanç oluşturmak için kullanılır.



I deem this movie to be one of the best of the year.


Bu filmi yılın en iyi filmlerinden biri olarak değerlendiriyorum.



She deemed it necessary to apologize for her behavior.


Davranışı için özür dilemeyi gerekli gördü.



The committee will deem your proposal for funding.


Komite, finansman için önerinizi değerlendirecektir.

Implicate

"Implicate," İngilizce'de genellikle bir kişinin veya bir şeyin bir suça, suçlu bir davranışa veya belirli bir duruma karıştığını ifade etmek için kullanılır.



The evidence seemed to implicate him in the robbery.


Kanıtlar, onun soygunla ilişkilendiğini gösteriyordu.



She was worried that her actions might implicate her friends in the scandal.


Eylemlerinin arkadaşlarını skandala karıştırabileceğinden endişeliydi.



The report did not implicate any members of the team in the cheating scandal.


Rapor, takımın herhangi bir üyesini hile skandalına karıştırmadı.

Stagnant

Durağan, hareketsiz.

Hasten

"Hasten," İngilizce'de genellikle "acele etmek," "çabuk davranmak," veya "hızlandırmak" anlamına gelir.



We need to hasten our preparations for the upcoming event.


Yaklaşan etkinlik için hazırlıklarımızı hızlandırmamız gerekiyor.



The manager urged the team to hasten the project's completion.


Müdür, ekibi projenin tamamlanmasını hızlandırmaları konusunda teşvik etti.

Over-staffed

"Overstaffed," İngilizce'de genellikle "aşırı personel bulunan" veya "çalışan sayısı fazla olan" anlamına gelir.

Pollutants

"Pollutants," İngilizce'de "kirlilik yapan maddeler" veya "zararlı maddeler" anlamına gelir. Bu terim genellikle çevresel kirlilik veya sağlık sorunlarıyla ilişkilendirilen kimyasal veya fiziksel maddeleri ifade etmek için kullanılır.

Devote

"Devote," İngilizce'de genellikle bir şeyi büyük bir özveri veya zaman ayırarak yapmak anlamına gelir. Özverili bir şekilde bir işe veya faaliyete kendini adamak anlamında kullanılır.



She devoted her entire weekend to studying for the exam.


Sınav için tüm hafta sonunu çalışmaya adadı.

Suffragette

"Suffragette," İngilizce'de genellikle kadınların oy hakkını elde etmek için mücadele eden kadın aktivistleri ifade etmek için kullanılan bir terimdir.

Enfranchised

"Enfranchised," İngilizce'de genellikle "seçme hakkı verilmiş" veya "oy hakkına sahip" anlamına gelir. Bu terim, özellikle kadınlar veya belirli gruplar için oy hakkının tanınmasını ifade etmek için kullanılır.



"After years of advocacy, women were finally enfranchised and allowed to vote in the national elections."


Yıllar süren savunuculuktan sonra, kadınlar nihayet oy hakkına sahip oldular ve ulusal seçimlerde oy kullanmalarına izin verildi.

Deed

Deed, İngilizce'de genellikle "eylem," "iş," "davranış" veya "tapu kaydı" anlamına gelir.



His good deeds in the community earned him a reputation as a caring individual.


Toplumda yaptığı iyi davranışlar, ona duyarlı bir birey olarak bir ün kazandırdı.

Cohesion

"Cohesion," İngilizce'de genellikle "bir arada tutma," "birlik" veya "tutma gücü" anlamına gelir. Bu terim, bir grup veya nesnenin içsel olarak bir arada tutulma veya birbirine bağlılık derecesini ifade etmek için kullanılır. Ayrıca, metin veya yazı içinde fikirlerin mantıklı ve düzenli bir şekilde bir araya getirilmesi anlamında da kullanılır.



Social cohesion is important for a harmonious society where people work together for common goals.


Sosyal uyum, insanların ortak amaçlar için bir arada çalıştığı uyumlu bir toplum için önemlidir.



The strong cohesion among team members contributed to their success.


Takım üyeleri arasındaki güçlü bağlılık, başarılarına katkı sağladı.

Exploit

"Exploit," İngilizce'de genellikle "kötüye kullanmak," "istismar etmek," veya "çıkar sağlamak" anlamına gelir. Bu kelime, bir kişinin veya organizasyonun başkalarının zayıflıklarını veya kaynaklarını kendi çıkarları için kullanma eylemini ifade eder. Ancak, "exploit" kelimesi bazen olumlu anlamlarda kullanılabilir, özellikle bir şeyin tam potansiyelini ortaya çıkarmak veya faydalı bir şekilde kullanmak anlamında.



The company was accused of exploiting its workers by paying them very low wages.


Şirket, çalışanlarını çok düşük ücretlerle sömürdüğü suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.



He exploited his artistic talent to create beautiful paintings.O, güzel tablolar yaratmak için sanatsal yeteneğini kullandı.

Coffer

"Coffer," İngilizce'de genellikle "sandık," "hazine sandığı," veya "kasa" anlamına gelir. Bu terim, değerli eşyaların veya belgelerin saklandığı, genellikle ahşap veya metal yapılmış bir kutu veya sandığı ifade etmek için kullanılır. Aynı zamanda bir tavan veya tavan kısmının süslemesi olarak da kullanılabilir.



The museum displayed an ancient coffer filled with priceless artifacts.


Müze, paha biçilmez eserlerle dolu antik bir sandık sergiledi.



The coffered ceiling in the historic building added an elegant touch to the interior.


Tarihi binadaki sandıklı tavan, iç mekana zarif bir dokunuş ekledi.

Trinket

"Trinket," İngilizce'de genellikle "süs eşyası," "biblo," veya "küçük takı" anlamına gelir. Bu terim, genellikle süs veya dekoratif amaçlarla kullanılan küçük, süslü nesneleri ifade etmek için kullanılır.



She bought a little trinket as a souvenir from her trip.


Seyahatinden bir hatıra olarak küçük bir süs eşyası satın aldı.



The antique store was filled with trinkets and curiosities from the past.


Antika dükkanı, geçmişten gelen süs eşyaları ve ilginçliklerle doluydu.

Sought

"Sought," İngilizce'de "aramak," "talep etmek" veya "peşinden gitmek" anlamına gelir. Bu kelime, bir şeyi elde etmek veya bulmak amacıyla çaba harcamak anlamında kullanılır.



She sought information about the job openings in the company.


Şirketteki iş fırsatları hakkında bilgi aradı.



The detective sought clues to solve the mysterious case.


Dedektif, gizemli olayı çözmek için ipuçları aradı.

Frock

"Frock," İngilizce'de genellikle "elbise," "kadın elbisesi" veya "tulum" anlamına gelir.



She wore a beautiful frock to the party.


Partiye güzel bir elbise giydi.



The nurses were dressed in white frocks.


Hemşireler beyaz tulumlar giyiyorlardı.

Chalk up

"Chalk up," İngilizce'de genellikle "kazanmak," "elde etmek" veya "başarıya ulaşmak" anlamına gelir. Bu deyim, bir başarı veya kazanımı kayda değer bir şekilde elde etmek veya başarılı bir şekilde gerçekleştirmek anlamında kullanılır.



The team chalked up another victory in the championship.


Takım, şampiyonada bir zafer daha kazandı.



She chalked up her success to hard work and determination.


Başarısını sıkı çalışma ve kararlılığa bağladı.

Harridan

"Harridan," İngilizce'de kullanılan bir terimdir ve genellikle "kötü huylu kadın" veya "karaktersiz kadın" anlamına gelir.

Shrewd

"Shrewd," İngilizce'de genellikle "keskin zekalı," "akıllı," "dikkatli," veya "pazara vakıf" anlamına gelir. Bu terim, bir kişinin olayları veya durumları hızlıca anlayabilen ve avantaj elde etmek için iyi kararlar alan bir kişiyi tanımlamak için kullanılır.



Her shrewd investor knows the importance of diversifying their portfolio.


Her akıllı yatırımcı, portföylerini çeşitlendirmenin önemini bilir.



She made a shrewd decision to invest in the growing technology sector.


Büyüyen teknoloji sektörüne yatırım yapmak için akıllı bir karar aldı.

Devised

"Devised," İngilizce'de "tasarlanmış," "icat edilmiş," "planlanmış," veya "düşünülmüş" anlamına gelir.



They devised a clever marketing strategy to attract more customers.


Daha fazla müşteriyi çekmek için akıllıca bir pazarlama stratejisi tasarladılar.



The scientist devised a new method for purifying water.


Bilim adamı, suyu arıtmak için yeni bir yöntem icat etti.

Clear out

"Clear out" bir ifade olarak kullanıldığında, genellikle bir yerden ayrılmak veya bir şeyi temizlemek anlamına gelir.



Verb (Fiil):


We need to clear out the clutter in the garage.


(Garajdaki dağınıklığı temizlemeliyiz.)



The shopkeeper asked everyone to clear out before closing time. (Dükkan sahibi herkesin kapanmadan önce çekip gitmesini istedi.)



Adjective (Sıfat):


The sky is clear out today.


(Bugün hava açık.)



His explanation was clear out and concise.


(Açık ve özlü bir açıklama yaptı.)



Adverb (Zarf):


She told us to clear out quickly.


(Bize hızla uzaklaşmamızı söyledi.)



The fog cleared out gradually, revealing the mountain.


(Sis yavaşça dağıldı ve dağı gözler önüne serdi.)

Supervision

"Supervision," gözetim, denetim veya yönetim anlamına gelir.



Noun (İsim):


The project requires careful supervision to ensure it stays on track.


(Proje, yolunda gitmesini sağlamak için dikkatli bir denetime ihtiyaç duyar.)



Verb (Fiil):


He supervises a team of employees to ensure they follow company policies.


(Şirket politikalarını takip ettiklerinden emin olmak için bir ekip çalışanı denetler.)



Adjective (Sıfat):


The project is still in its early stages and requires close supervision. (Proje hala ilk aşamalarındadır ve yakın denetime ihtiyaç duyar.)

His plant or division

Genellikle bir kişinin sahip olduğu veya sorumluluğunda olan bir tesis veya bölümü ifade etmek için kullanılır. "His" burada bir kişinin sahipliğini veya sorumluluğunu vurgulamak için kullanılırken, "plant" veya "division" ise işyeri veya bölümün türünü belirtir.



We need to discuss the budget allocation for his plant or division. (Onun tesis veya bölümü için bütçe tahsisini tartışmamız gerekiyor.)



The manager is responsible for overseeing his plant or division's operations.


(Yönetici, onun tesis veya bölümünün operasyonlarını denetleme sorumluluğundadır.)

Clerical

"Clerical," genellikle ofis işleri veya yazılı dokümantasyonla ilgili olan veya bu tür işleri yapan kişileri veya süreçleri ifade eden bir terimdir.



Adjective (Sıfat):


She works in a clerical position, handling administrative tasks in the office.


(Ofiste idari görevleri yöneten bir clerical pozisyonunda çalışıyor.)



Noun (İsim):


The company hired additional clerical staff to manage the increased paperwork.


(Şirket, artan kağıt işlerini yönetmek için ek clerical personel işe aldı.)

Invoices

Faturalar.


Genellikle mal veya hizmet alındığında veya satıldığında kullanılırlar.



Noun (İsim):The company sent out invoices to its customers for the products they purchased.


(Şirket, müşterilerine satın aldıkları ürünler için fatura gönderdi.)