Use LEFT and RIGHT arrow keys to navigate between flashcards;
Use UP and DOWN arrow keys to flip the card;
H to show hint;
A reads text to speech;
100 Cards in this Set
- Front
- Back
- 3rd side (hint)
akim (sıfat) akim kalmak |
(1) Kısır, verimsiz, döl vermeyen (2) Sonuçsuz, başarısız (~ kalmak) sonuca ulaşamamak, başarısız olmak |
- .... bu durumun davacının açtığı davayı akim bırakabileceği |
|
küpeşte (is.) |
Yun. koupasti (den.) - Gemilerde güverte hizasında ıskarmoz başlarına tutturulan dikmelerin dış yüzlerine kaplanan kaplamaların oluşturduğu siperker, - borda kaplamalarının en üstü, - güverteden yukarı kalan bölümler |
|
|
ıskarmoz (is.) |
İt. scarmos (den.) (1) Gemilerin kaburgalarını oluşturan eğri ağaçların adı (2) Kürek takmak için kayık ve sandalın yan kenarına dikine yerleştirilmiş ağaç çubuk |
|
|
kerteriz (is.) |
İt. caratare (1) den. Bir yerin pusula kerterelerine (II) göre bulunduğu yön (2) Balıkçıların denizde sığlıkları belirlemek için kullandıkları işaretlerin bütünü |
Nasıl bilirmiş denizin içindeki balıkların nerede olduğunu? - Kerteriz - Kerteriz ne demek? |
|
uğunmak (nsz. = nesnesiz) |
(hlk.) büyük bir üzüntü veya acıdan kıvranmak, soluğu tıkanmak, ağlaya ağlaya bayılmak |
- Esen yel gittikçe azıyordu. Kerim yumulmuş kürekler uğunuyordu. |
|
apak (sıf.) |
çok ak |
- Küçük bir kavanozda da apak petek balı |
|
ahu (is) |
(1) ceylan, karaca (2) mec. Güzel, ince, zarif kadın ~ gibi - çok güzel, çekici ~ gözlü (gözleri ~) - güzel gözleri olan |
- Fırat kıyılarının yılanı çok ağulu olur. |
|
çiğir / çığır (is) |
(1) Çığın kar üzerinde açtığı iz (2) Hayvanların gide gile açtıkları ince yol, keçi yolu, patika (3) İz (4) mec. (Başkalarının da uyabileceği) Yeni bir biçim, yöntem veya yok (5) Büyük hattatların sanat yolu ~ açmak ~ ından çıkmak |
-Çardağı nasıl bulmuşsam pınarı da öyle bulurum. Önce pınarı bulmalıydı. |
|
yarpuz (is.) (bot.) |
Ballı babagillerden, çiçekleri birbirinden ayrı halka durumunda, nane türünden, kısa saplı, az veya çok tüylü, güzel kokulu bir bitki |
|
|
sarvan (is.) |
Deve, deveci (savran = (4) merdiven) |
- Çam bardağını doldurdular, sarvan kurmuş sarı çiçeklerin yanına koydular. (Yaşar Kemal) - Sarı çiçek sarvan kurmuş naz ilen, Aşıklar da keman ilen saz ilen |
|
ikale (is.) (Arapça) |
pazarlığı bozma |
- İşçinin ihbar ve kıdem tazminatı haklarının ödenmesi şartıyla ayrılma talebi istifa olarak değil, olsa olsa ikale (bozma sözleşmesi) yapma yönünde icap biçiminde değerlendirilmelidir. |
|
muaraza (is.) muarız (is.) |
Ar. esk. çekişme kavga Ar. esk. karşı koyan, karşı çıkan |
- Paranın tahsili suretiyle muarazanın men'ine karar verilmesini istemiştir. |
|
gabari (is.) |
(Fr. gabarit) Araçların yüklü veya yüksüz olarak karayolunda güvenli seyirlerini temin amacı ile uzunluk, genişlik ve yüksekliklerini belirleyen ölçülerdir. (KTK md.3 Tanımlar) |
|
|
feraset (is.) |
(Ar.) Anlayış, seziş, sezgi, zeka, sezgi ~li ; anlayışlı |
Zaman, sağduyu ve feraset zamanıdır. |
|
sovtaj |
(1) Sovtaj, sigortacılıkta hasara uğrayan kıymetlerin satılarak sigorta şirketinin giderlerinin azaltılması (2) Hasarlanmış maldan arda kalan kullanılanılabilir kısımdır. Sigorta şirketleri bu kullanılabilir kısım için tazminat ödemez. Sovtaj için sigortalı ve sigortacı aralarında anlaşarak sovtajı kimin alacağına karar verir. Sigorta şirketi sovtajı alarak rucü edebilir ve bu yolla kazanç sağlayabilir ya da sigortalı sovtajı kendine alabilir. Bu durumda tazminat değerinden sovtaj değeri çıkartılarak ödenir. |
Örneğin; bir konfeksiyon fabrikasında yangın çıkmıştır, hasara uğrayan mallardan arda kalanlardan bazıları yanmadığı halde ıslaklık, duman, is, kirlenme vb. nedenlerle zarar görmüş olabilir. Bu durumda yanmayan bu malları sigorta şirketi alarak gelir kaynağı haline dönüştürebilir ya da tazminatı eksik ödeyerek sigortalıya bırakabilir. Sovtaj'a ekpertiz raporuyla karar verilir. - Sigortacılıkta, hasarlı kıymetin ekonomik değerini ifade eder. Pert araçlar için, aracın hasarlı halinin ekonomik değeri; çalıntı-buluntu araçlar için ise, aracın piyasa rayiç değeridir. Eğer bulunan araç hasarlı ise, sovtaj, aracın piyasa rayiç bedeli ile araçtaki hasara karşılık gelen tutar arasındaki fark kadardır. |
|
tezyif (is.) |
Ar. (1) Bir şeyi değersiz göstermeye çalışma, küçültmek isteme (2) Alay etme, eğlenme ~ etmek : (1) aşağılamak (2) alay etmek, eğlenmek |
- Devletin silahlı kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif edenlerin - Muhayyel bir ati namına geçmişte mili ve güzel ne varsa hepsinin tahrip ve tezyif edildiğini gördük. |
|
istihza |
Gizli veya kinayeli bir biçimde alay |
- istihza ile bakıyorlar. - "Sivri burnu, korkunç bir istihza ile şimdi bana doğru uzamıştı." - Y. Z. Ortaç" |
|
hamasi (s.) |
(1) s. Yiğitlerden ve yiğitliklerden söz eden (destan, şiir) (2) Dinleyenleri etkilemek veya heyecanlandırmak için abartılı (anlatım) |
- "Başladığı uzun ve hamasi söylevleri gün ağarırken son bulurdu."
|
|
kavas (i.) |
(1) Elçilik veya konsolosluklarda görev yapan hizmetli (2) Banka, patrikhane, otel vb. yerlerde hizmetli veya koruma görevlisi (3) Elçilik veya konsolosluklarda koruma görevlisi |
- Artık şınları toplatsak, dedi, kavasa söyleseniz de bir adam buluverse. (R. H. Karay) |
|
lök (i.) |
(isim halk ağzında) 1. Yedi yaşından büyük erkek boz deve 2. Kireç, zeytinyağı, pamuk ve yumurta akının karıştırılması yoluyla, kırık çanak, çömlekleri, künkleri birleştirmekte kullanılan macun, lökün |
lök gibi : bütün heybetiyle, ağırlığıyla (oturmak, çökmek) |
|
fırlama (i.) |
(1) Fırlamak işi (2) Piç (3) Arsız, terbiyesiz çocuk |
|
|
filotilla (i) |
(isim, askerlik) Torpidolordan oluşan filo |
|
|
sof (i.) |
(1) Bir çeşit sertçe, ince yünlü kumaş (2) Ham ipekten yapılmış astarlık kumaş |
- "Ankara sofu" |
|
nas (i.) |
(1) Açıklık, açık ve kesin yargı (2) (felsefe) Dogma |
|
|
lığ (i.) |
Alüvyon |
|
|
çuka (i.) |
(i. , hayvan bilimi, balık türü) Akdeniz, Marmara ve Karadeniz'de yaşayan tekirlerin irisi |
|
|
ferik (i.) |
(1) Kümes hayvanlarının civcivlikten çıkmış yavrusu, piliç (2) Bir tür gevrek elma, ferik elması (isim, askerlik) (3) Tümgeneral, korgeneral |
"Ferik elması" "İkinci ferik" |
|
pog (s.) |
(s.) Gür ve uzun (bıyık) |
|
|
mankurtlaşmak |
Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan |
|
|
zahir (s.) (zf.) zahir (II) (i.) |
(s.) (1) Açık, belli (2) is. Dış yüz, görünüş. (3) zf. hlk. Kuşkusuz, elbette, şüphesiz (4) zf. Görünüşe göre, anlaşılan, meğer (II) Ar. Yardım eden, destekleyen, arka çıkan |
(3) Söylemeli zahir, saklamak olur mu hiç (4) (zf.) Ben yanlış biliyormuşum zahir. |
|
payanda (i.) (Far.) |
Yerinden oynamış bir şeyin düşmemesi için konulan eğik veya düz destek, dayak ~~~ vurmak = payandalamak |
|
|
hamaset |
yiğitlik, kahramanlık, cesaret |
"Bir hamaset destanı"
|
|
hallaç |
Yünü, pamuğu, yay veya tokmak gibi bir araçla kabartma, ditme (kabartma, küçük parçalara ayırma) işini yapan kimse, atımcı |
|
|
mütedeyyin |
(1) Dindar (2) Belli bir dini kabul etmiş kimse |
|
|
takva |
günahtan sakınma, züht |
|
|
CDS (Credit Default Swap) |
kredi iflas takas primi |
|
|
zifir |
Tütün dumanının bıraktığı, yağlı kir |
|
|
PET CT (Positron Emission Tomography - Computed Tomography) |
One of the main differences between PET scans and other imaging tests like CT scan or magnetic resonance imaging (MRI) is that the PET scan reveals the cellular level metabolic changes occurring in an organ or tissue. |
|
|
tecim |
ticarethane |
|
|
takiye |
1. Mezhep belirtmeme, gizleme. 2. mec. Olduğundan farklı görünme. 3. esk. Sakınma, çekinme. (Kelime anlamı "örten", "koruyan" olan "takiye"Kur'an'daki Nahl suresinin 106. ayetine dayanarak, Müslümanın zorlayıcı nedenlerle inancını inkar edebilmesi veya gizleyebilmesi anlamına gelir) |
|
|
haslet |
İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy |
|
|
hicap hicap duymak hicap etmek |
Utanma, utanç, sıkılma |
"Kalem aldın kaşlarını çatmaya, Hicap ettim adın sual etmeye" |
|
cibiliyet cibiliyetsiz |
(Huy veya ahlak bakımından) Yaradılış, maya - soysuz, sütü bozuk |
|
|
nedamet |
Pişmanlık |
Gözlerime iki damla nedamet yaşı getirmek için dudaklarımı bütün kuvvetimle ısırıyordum. -H. C. Yalçın. |
|
himmet |
1. Yardım, kayırma: 2. Çalışma, emek, gayret: 3. esk. Lütuf, iyilik, iyi davranma. |
Himmetinizle fakir bir ailenin yüzü gülerse tabii siz de sevaba girersiniz.-R. H. Karay. Bu iş çok himmet ister. |
|
ağraz (Ar.) (i.) |
garazlar 1. Kin 2. Hedef, amaç, maksat Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler. |
- Biz susarsak rejim ağraz kalır.(?) (Bekir Coşkun 24.08.2016) |
|
çelebi |
1. isim Bektaşi ve Mevlevi pirlerinin en büyüklerine verilen unvan 2. Hristiyan tüccar"Çelebi, tütün mü alacaksınız?" 3. sıfat Görgülü, terbiyeli, olgun (kimse) |
- "nazik çelebi haliyle gülümsemek yerine" Orhan Pamuk -"Yeleği gümüş köstekli, fesi kalıpsız, orta yaşlı bir adamdı. Son derece Osmanlı ve çelebi." - A. İlhan |
|
mezbele |
1. isim Çöplük 2. Aşağılık ve kötü durum |
"Köyün mezbelesinde, köpek enikleriyle insan yavruları birbirine karışmış, oynaşıyorlar." - Y. K. Karaosmanoğlu - "mezbeleyle kaplanan bu itici semtlerine bakarken" Orhan Pamuk |
|
sofu |
Dinin buyruk ve yasaklarına bütünüyle uyan (kimse) |
- "Bu kadar sofu olduğunuzu bilmiyordum." Orhan Pamuk |
|
firkete (İt.) |
isim Kadınların saçlarını tutturmak için kullandıkları U biçimindeki naylon veya telden saç tokası |
"Kadının başına doladığı örgülerden biri, firketelerden kurtulup omzuna düşüyor eğilince." - N. Meriç |
|
meczup |
1. isim Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse 2. Aklını yitirmiş kimse, deli |
- "O içlerine yerleştirilmiş bir avuç meczup" Bekir Coşkun -"Bunlardan başka köyün iki meczubu, bir cücesi vardır." Y. K. Karaosmanoğlu |
|
zül |
1. isim Alçalma, düşkünlük
2. Ayıplanacak şey"Böyle bir kitaptan bahsetmek benim için zül, muharriri için de bir şereftir." - A. H. Çelebi |
- "Devlet terörü estiren bir kişinin yanında olmayı zül addediyoruz" - "Böyle bir kitaptan bahsetmek benim için zül, muharriri için de bir şereftir." - A. H. Çelebi |
|
süvari |
3.denizcilik Ticaret gemilerinde kaptanlık yapan kimse 2. Atlı asker 1. Atlı |
"Gemi istim üstünde, kalkması yakın. Demir almak için süvari bekleniyordu." - Z. Selimoğlu |
|
veciz |
sıfat Kısa ve etkili (ifade, söz) |
- "veciz bir şekilde dile getirdi bir kerede akıllı nişanlım" - "Bu bahsi çok veciz ve çok hazin bir ifadeyle anlatan..." - Y. K. Beyatlı |
|
siya siya siya |
- isim, denizcilik Kürekleri tersine kullanarak sandalı geriye yürütme - zarf Yavaş yavaş |
- " 'Ya da şimdi siya yap' derdi" Orhan Pamuk - "Tanrı rast getirdi, avı bol oldu, küreklerini topladı, siya siya kıyıyı buldu." - T. Dursun K |
|
fraksiyon |
1. isim, toplum bilimi Bir siyasi partinin politikasını parlamentoda, yerel yönetimlerde, çeşitli kuruluşlarda yürütmek için teşkilatlanmış grup, bölüntü, bölüngü 2. hizip |
" o zamanlar 'fraksiyon' denen grupların sloganları |
|
astragan |
1.isim Karakul kuzusunun kıvırcık ve parlak postu 2. sıfat Bu posttan yapılan |
"Astragan manto/kürk." |
|
çapari (Rum) |
çok iğneli olta. a. (çapa'ri) Beden, köstek ve iğne bölümlerinden meydana gelen, her bir iğneye hindi, horoz, kaz, martı, tavuk, ördek vb. kuşların kanat, kuyruk tüyleri takılan çok iğneli bir tür olta takımı: Çocukluktan çıkmadığınız için dikkatiniz çapari gibidir. -A. Kutlu. |
çapariyle istavrit tutanlar |
|
mürteci (Ar.)
|
sf. (mürteci:) esk. Yeni düzene karşı direnen (kimse), gerici |
- "sosyetenin gözünde onları sofu ya da mürteci gösterecek" Orhan Pamuk - "Halk onu okuyor ve seviyor, polis ve mürteci çevreler ise ona kin besliyor ve mutat vasıtalarla tasfiye etmeye çalışıyorlardı." N. Hikmet. |
|
vecize |
a. (veci:ze) Özdeyiş |
Daima birtakım vecizeler zikreden eniştemiz yemeğe dair de böyle şeyler söyler. -A. Ş. Hisar. |
|
suntur |
Eğilip bükülmeyen, dosdoğru : 1.Yüz, surat : Ahmet'in sunturu. 2.Kel. |
-Şu kavak ağacı suntur. - sunturlu küfür savurur du (Orhan Pamuk) |
|
zangoç |
a. Kilise hizmetini gören ve çan çalan kimse. |
"gece yarısı sarhoş zangocun kilise çanı gibi kafa şişirmesin" Orhan Pamuk |
|
mülhem |
sf. esk. İçe doğmuş, birinin içine doğmuş, esinlenmiş. |
İstanbul sokaklarından mülhem iki polisiye seyrederken (Orhan Pamuk) |
|
skipper cenova piyano rüzgar altı rüzgar üstü trim etmek başüstü |
Dümenci Büyük ön yelken Tüm ip ve yelkenleri kontrol eden araç Rüzgarın tekneyi terk ettiği taraf Rüzgarın geldiği taraf Yelkeni rüzgarı alacak şekilde ayarlamak Teknenin ön tarafı |
|
|
Geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler. |
|
|
|
mihrap (Ar.) |
a. (mihra:bı) 1. din b. Cami, mescit vb. yerlerde Kâbe yönünü gösteren, duvarda bulunan ve imama ayrılmış olan oyuk veya girintili yer 2. mec. Umut bağlanan yer |
1.Cennetten, cehennemden bahseden ihtiyar imamı, mihrabın yanındaki kürsüye çıkardı. -Ö. Seyfettin 2. Bir mihrap istiyorum, önünde diz çökmeye. -B. K. Çağlar. |
|
tecessüs |
a. esk. 1. Belli etmeden kendini ilgilendirmeyen şeyleri öğrenmeye çalışma 2. Merakını gidermeye çalışma, görme, anlama merakı: |
- Yahya Kemal tecessüsü, üstelemeyi Doğuluların bir kusuru olarak görür. -S. Birsel -Bütün dikkat ve tecessüsümle etrafımda bir an evvel muayyeniyet yaratmaya çalışıyordum. -K. Bilbaşar. |
|
ifrat |
a. (ifra:tı) Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık, tefrit karşıtı |
- -İfratlar bırakılırsa bürokrasiye karşı her türlü şiddet benim hoşuma gider. -F. R. Atay. |
|
mağrur |
sf. Kurumlu, gururlu, kibirli, kendini beğenmiş |
-Kedi sokaklarda sürünürken bile, eğer sizden korkmadıysa yine mağrur, kibirli ve rahatına düşkündür. -C. Külebi. |
|
kaleydoskop (Fr.) |
a. Bir ucu buzlu camla kapatılan, metal veya mukavvadan bir boru içine yerleştirilmiş aynaların aracılığıyla, boru içine konulmuş renkli küçük cisimlerin ve görüntülerin oluşturduğu çeşitli biçimleri gösteren araç, çiçek dürbünü. |
|
|
Akasya Ağacı |
|
|
|
somya |
a. Şilteyi taşımaya ve ona esneklik vermeye yarayan yaylı kerevet |
Onu uyandıran hafif bir somya gıcırtısı olmuştu. -S. F. Abasıyanık somya gıcırdadığı için |
|
çivit |
çivit, -di a. Eskiden çivit otundan, bugün yapay yollarla elde edilen, mavi renkli, sarılığını gidermek için çamaşırın son suyuna karıştırılan toz boya |
Gömleğime yine çivit koymuş annem. -Y. Z. Ortaç. |
|
sedef |
sedef Ar. ¹adef a. 1. Midye, istiridye vb. deniz hayvanlarının kabuğunda bulunan sedefçilikte kullanılan, pırıltılı, beyaz, sert bir madde. 2. sf. Bu maddeden yapılmış veya bu madde ile süslenmiş 3. tıp Sedef hastalığı. |
Sedef saplı avcı bıçağı duvarda, taşın üstünde cızırdıyor sanki. -T. Buğra. |
|
Sedef rengi |
|
|
|
zırnık |
a. 1. kim. Arsenik. 2. Herhangi bir şeyin en küçük, önemsiz ve işe yaramaz parçası: (Tutam, elçim, en ufak parça, ceplerde biriken toz parçası) |
- Bizde zırnık kalmadı. -H. R. Gürpınar. |
|
lakerda |
a. (lake'rda, l ince okunur) Palamut, torik vb. balıklardan dilim dilim kesilerek yapılan salamura |
- Aşçı kadın ömründe lakerda görmemiş. -A. Gündüz. |
|
devekulağı |
|
|
|
kaçgöç |
a. Dinî bir anlayışla Müslüman kadınların erkeklere görünmemeleri, bir arada oturup konuşmaktan kaçınmaları |
- Kaçgöç zamanında bile o erkekten ürkmezdi. -R. H. Karay. - "bizi kaçgöçün olmadığı bir Batı ülkesinde" Orhan Pamuk |
|
mazbut |
sf. 1. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş. 2. Bir yere yazılmış, deftere geçirilmiş. 3. Unutulmamış, hatırda kalmış. 4. Düzenli, düzgün, beğenilen 5. Doğa olaylarından etkilenmeyecek biçimde korunmuş olan (yapı) |
-Bunlar arasında aklı başında, mazbut devlet adamları da vardı. -B. R. Eyuboğlu. |
|
cenah |
a. (cena:hı) esk. 1. Kuş kanadı. 2. Kol, pazı. 3. Yan, taraf. 4. ask. Kanat |
- AKP cenahından yankılanan .... -Ben takımımla beraber taburun sağ cenahını himaye için tepelere çıktım. -Ö. Seyfettin. |
|
kifayetsiz |
sf. Yetersiz |
- Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel / Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu / Bu derde düşmeden önce -O. V. Kanık. |
|
muhteris |
sf. esk. Hırslı |
Bizim doğru yolda bulmadıklarımız, muhteris ve kendi ikballeri için çalışıyor zannettiklerimizdir. -T. Buğra - "kifayetsiz muhteris" yandaş basının .... Zeynep Gürcanlı (Sözcü) |
|
akide |
(I) a. (aki:de) din b. İnanç |
- Bu örgütler kendi öğretileri ve akideleri içinde tutarlıdır. (Ayşe Sucu, Sözcü) -Ahmet Bey, dedi, kim olduğunuzu, akidenizi, kasabada, köylerde ne gibi faaliyet gösterdiğinizi biliyorum. -N. Hikmet. |
|
rical |
ç. a. (rica:li) esk. 1. Erkekler. 2. Yüksek makamlardaki devlet adamları |
- "o devletin ricalinin, adliyesinden bürokrasisine kadar" (Ayşe Sucu, Sözcü) -Kendisi II. Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave etmedi. Y. K. Karaosmanoğlu. |
|
enfraruj |
kızıl ötesi |
|
|
şehla |
sf. (şehla:, l ince okunur) Kusurlu sayılmayacak kadar hafif şaşı (göz) |
-Çakır Emine'nin şehla olan gözünün tarafındaki yanağına elimin tersiyle tokadı yapıştırdım. -O. C. Kaygılı. |
|
mültefit |
sıfat İltifatkâr |
-"Bir hâkimin çok ciddi, bir satıcının çok mültefit, bir askerin çok otoriter olması meslekleri icabıdır." - M. Kaplan |
|
garabet |
isim Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık |
-"Bu kızda izahı güç bir garabet var." - P. Safa |
|
hevan |
Osm. Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk. |
hevan ve ihtirasların uğruna Tanrı'yla özdeşleşmiş değerleri çiğnemeyeceksin (Ayşe Sucu, Sözcü) |
|
naif |
a. 1. Kendi kendini yetiştirmiş, doğal bir plastik sanat yeteneğine sahip sanatçılar tarafından yaratılan resim sanatı. 2. Güzel sanatların özellikle resim alanında kendi kendini yetiştirmiş sanatçısı veya onun yapıtı. 3. sf. Saf, deneyimsiz. 4. sf. Acemice yapılan: |
- naiflik etmiş olmayalım -Bu özbeöz İstanbul efendisi, makalelerini, romanlarını kendine özgü naif resimlerle süslerdi. -H. Taner. |
|
"İnsan, insanın kurdudur." |
Makyavelist |
|
|
Makyavelizm (Machiavelli) |
Makyevelizm terimi, ünlü siyaset teorisyen! Machiavelli'nin Prens adlı kitabında betimlediği ve manipülasyon yoluyla iktidarı elde etmeye ve kullanmaya ilişkin davranışlar bütününü ifade etmektedir. |
|
|
Meşrep |
a. esk. 1. Yaradılış, huy, karakter, mizaç: 2. Davranış biçimi: |
- İnancına, meşrebine, kimliğine bakılmaksızın, hak ettiği göreve
- Bunların arasında bilhassa Vehbi Dede isminde Mevlevi bir musikişinas tanıdı ve meşrebine uygun buldu. -H. E. Adıvar - Kişilik genel çizgisi meşrep olarak bilinir. -N. Ataç. |
|
müessif |
sf. esk. 1. Üzücü, üzüntü veren. 2. Hoşa gitmeyen, kötü (olay, durum). |
|
|
sahanlık |
a. 1. Yapılarda ve bazı taşıtlarda kapı önünde, merdiven başlarında veya dönülen bölümünde bulunan geniş yer: 2. sf. Sahanın aldığı miktarda olan: İki sahanlık yemek. (Mimarlık) Merdivenlerin dönemeç yerlerinde ve bitimlerinde bulunan genişçe bölümlere verilen ad. (sahınlık) |
- Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar. -M. Ş. Esendal.
İki sahanlık yemek. - Benim katın sahanlığında |
|
mütemmim |
sf. esk. 1. Tamamlayan, bütünleyen, bitiren: 2. mat. Bütünler. 3. a. db. Tümleç. |
- Hâlbuki birçok kadınlar malumatlarını zarafetlerinin bir mütemmimi addederler. -P. Safa. - Mütemmim malumat için müracaat alt kat. (Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, s.67) |
|
levazım |
1. Değişik iş kollarında gerekli olan şeyler, araç ve gereçler 2. Gerekli araç ve gereçleri sağlayan büro 3. ask. Ordunun lojistik hizmetinde bulunan bütün malzeme veya bu malzemeyi sağlayan bölüm: |
- Anadolu şehirleri, kasabaları, köyleri harıl harıl levazım gönderdiler. -Y. K. Beyatlı.
- Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı okudu, levazım müdürü ile konuştu. -M. Ş. Esendal. -Sağlık, levazım gibi geri hizmetlerde çalıştırılıyor, sedye, karavana taşıyorduk. -N. Cumalı. |
|
refik |
a. (refi:ki) esk. 1. Arkadaş, dost 2. Eş, koca, zevç. |
-İki refik, sevgili arkadaşlarını yalnız bırakmak istemediler. -A. H. Müftüoğlu - muhterem refikim saffet paşa için (Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, s.69) |
|
avdet |
a. esk. Dönüş, geri gelme: |
- kırım seferinden avdet edenler (Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, s.70) -Babam bir iş için Selanik'e gittiği zaman avdetinde bana Midhat Efendi'nin Hayret ismindeki romanını getirmiş. -H. C. Yalçın |